16 Kasım 2012 Cuma

şiirler




» A. KADİR BİLGİN
» A.KADİR
» ABDURRAHİM KARAKOÇ
» ADNAN YÜCEL
» ADNAN ÖZER
» AFŞAR TİMUÇİN
» AHMED ARİF
» AHMET ADA
» AHMET ERHAN
» AHMET HAMDİ TANPINAR
» AHMET KUTSİ TECER
» AHMET MUHİP DIRANAS
» AHMET OKTAY
» AHMET SELÇUK İLKAN
» AHMET TELLİ
» AHMET UYSAL
» ARAGON
» ARTHUR RIMBAUD
» ARİF NİHAT ASYA
» ATAOL BEHRAMOĞLU
» ATTİLA İLHAN
» AYDIN HATİPOĞLU
» AZİZ NESİN
» AŞIK VEYSEL
» BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
» BEHÇET NECATİGİL
» BEHÇET AYSAN
» BEKİR SITKI ERDOĞAN
» BERTOLT BRECHT
» CAHİT KÜLEBİ
» CAHİT SITKI TARANCI
» CAN YÜCEL
» CEMAL SÜREYA
» CEMAL SAFİ
» CEVAT ÇAPAN
» CEZMİ ERSÖZ
» CHARLES BAUDELAİRE
» ECE A. GÜNEL
» ECE AYHAN
» EDGAR ALLAN POE
» EDİP CANSEVER
» ENİS BATUR
» ERDEM BEYAZIT
» ERHAN GÜLERYÜZ
» EZRA POUND
» FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
» GARCİA LORCA
» GÜLTEN AKIN
» HİLMİ YAVUZ
» HÜSEYİN YURTTAŞ
» MEHMET AKİF ERSOY
» MELİH CEVDET ANDAY
» METİN ALTIOK
» METİN DEMİRTAŞ
» METİN ELOĞLU
» MURATHAN MUNGAN
» NAZIM HİKMET
» NECİP FAZIL KISAKÜREK
» NURULLAH GENÇ
» ONAT KUTLAR
» ORHAN VELİ KANIK
» PABLO NERUDA
» PAUL ELUARD
» PAUL VERLAİNE
» REFİK DURBAŞ
» RIFAT ILGAZ
» S.KUDRET AKSAL
» SALİH POLAT
» SEZAİ KARAKOÇ
» SHAKESPEARE
» SUNAY AKIN
» TURGUT UYAR
» YAHYA KEMAL BEYATLI
» İBRAHİM SADRİ
» YILMAZ ERDOĞAN
» YILMAZ ODABAŞI
» İLHAN BERK
» ÜLKÜ TAMER
» ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
» ZİYA OSMAN SABA
» ÖMER HAYYAM
» ÖZDEMİR ASAF
» ÖZDEMİR İNCE
» ŞÜKRAN KURDAKUL

11 Kasım 2012 Pazar

sözcükler konuşuyor

Sığmam dedi Hak arz u semâya
Kenzen bilindi dîl mâdeninden
Erzurumlu İbrahim Hakkı
İnsan, Arapça “ins” -Beşer, insan topluluğu- kelimesinden türetilmiştir; fakat daha ziyade insan türünü ifade etmektedir. Kelimenin aslının “unutmak” anlamındaki -İnsanın ahdini unutması sebebiyledir.- “nesy”den “insiyan” olduğu da ileri sürülmüştür. Türkçede “alışmak ve uyum sağlamak” anlamındaki “ünsiyet”in “üns” masdarıyla da irtibatlandırılmıştır. Kuran’da insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili ayetler onun yaratılışı mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. İnsan türünün ilk örneği olarak kabul edilen Hz. Adem’le ilgili olarak zikredilen ayetlere göre Allah onu “iki eliyle” yaratmış, yani ilk insan özel bir yaratılışla varlık alanına çıkmıştır. Bu varlık alanına “ins”ten farklı olarak akıl nimetini alarak, kendisine isimler öğretilerek çıkmıştır.
Allahü Teala aklı yarattığı zaman ona, “Gel!” demiş, o da gelmiştir. Sonra “Geri dön!” demiş, o da geri dönmüştür. Bunun üzerine Allah: “Ben kendime senden daha sevgili olan bir şey yaratmadım. Seni nezdimde mahlukatın en sevgilisi olan insana bindireceğim (Kütüb-i Sitte, 1659) buyurmuştur. Böyle başlıyor Hadis-i Kudsi’ye göre insanlığın hikayesi. Kuran-ı Azimüşşan, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emaneti) insan üstlendi.” (Ahzab, 72) buyuruyor. Akıl ve irade emanetini yüklendiği için -zira insan haksızlığa ve akılsızlığa meyyal olduğu için yüklenmiştir Kuran’a göre- değerlidir insan, bu yükün altında kendine yüklenen sorumlulukları hakkıyla yerine getirebildiği sürece. Bundan dolayı yüce Allah: “Yeryüzüm ve göklerim beni içine almaktan aciz kaldı; lakin beni yumuşak huylu, mütevazi mümin bir kulumun kalbi içine aldı, kuşattı.” (Taberani, Ahmet b. Hanbel) buyuruyor. İbrahim Hakkı Hazretlerine göre Hak Teala, kendi nurundan hoş ve büyük bir cevher var edip ondan kainatın tümünü derece derece ortaya çıkarmıştır. Bu ilk cevher nur-ı Muhammedi’dir. Bütün ruhların ve cisimlerin kaynağı bu cevherdir. Çünkü Hak Teala o cevhere öyle bir nazar etmiştir ki o anda cevher utancından su gibi eriyip akmış ve halis özü üstüne çıkmıştır. O, bu özden ilk olarak küllî nefsi yaratmıştır.
Şeyh Galib’in,
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen
beytinde geçen “öz” bu bilgiye telmihtir. (Kendine hoşça ve dikkatlice bak, sen alemin özüsün, sen kainatın gözbebeği olan insansın.) Kainatı da insan gibi aklı ve nefsi olan büyük bir organizma olarak düşünmüştür İslam alimleri. Bu büyük organik sisteme âlem-i kübra, insana ise âlem-i sugra demişlerdir. Nasıl ki insanın gözbebeği insan için büyük ve değerli bir emanettir, insan da kainatta o derece değerlidir. Bunun için Şeyh Galib “Hoşça bak zatına!” der. Sen ki kainatın yaratılış sebebi ve özüsün. Her şey sen var olduğun için var. Bu üstünlüğün farkında ol. Yaptığın işleri bunu düşünerek ve farkında olarak yap.
Hatırlamak için dünyada olan insan, anlamı unutmak da olan bir sıfatla isimlenmiş ve ondan ilk önce hatırlaması istenmiştir. Ve insanlığını hatırladığında akıl ve iradeyle gelen sorumluluk bilinci kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Şeyh Galib’in meşhur Terci-i bendini anlatmaya çalışacaktık bu sayıda. Hem bu şiirin uzun olması hem de çağrıştırdığı konular itibariyle geniş olmasından dolayı bir kısmını okumayı uygun gördük. Şiir yukarıda zikredilen beyitle başlamıyor; ama insan olmanın öncelikle hatırlatılması gerektiğini düşünerek bu beyiti öne aldık, tekrar başa dönersek…
Ey dil, ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virâne isen de genc-i mutalsamsın sen
(Ey gönül, ey gönül, niye bu kadar gamlısın. Gerçi harap olmuşsan da tılsımlı bir hazinesin sen.)
Şairin, “Harabat ehline hor bakma zakir / Defineye malik viraneler var.” beytinin bir başka ifadesidir bu: Gönül için şairin “virane” kelimesini kullanması, aşkın orayı istila ederek harabe haline getirmesine işarettir. Gönül hem haraptır hem de tılsımlı bir hazinedir şaire göre. Defineyi gönlünde taşıyan viraneler olduğu için yolcu, gönlüne hoşça bakacaktır ve aşkından viraneye dönen gönlünden dolayı -o hazineye malik olduğu için- gamlı ve kederli olmayacaktır.
Secde fermâ-yı melek, zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil, cümleden akvemsin sen
(Meleklerin secde etmesi istenilen yüce bir kimsesin. Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan üstün ve olgunsun.)
Yukarıda da değindiğimiz gibi insan -insan-ı kâmil- kainatın yaratılış sebebidir. Yüce Allah insanı yaratıp ona ruhundan üflemiştir. Sonra bütün meleklere ona secde etmesini emretmiştir. (Bakara 34) İbrahim Hakkı Hazretleri’nin: “Dil beyt-i Huda’dır, ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyler ol Sultan gecelerde.” beytinde söylediği gibi insanın gönlü Kabe gibi beytullahtır, onun evidir. İnsan Kabe’de olsa bile bu ölçüyü kendi kalp Kabe’sinde duyduğu kadarıyla idrak edecektir. Kalp de Kabe de Allah’a kulluk için bir ibadetgah olarak yaratılmıştır. İnsan yakînî inancı doğrultusunda muhabbet ve marifetle donanarak kendi gönül kabesinde kendini bulduğunda bunu idrak edebilir. Bu yönüyle de Beyt-i Huda olan; dağların, yerlerin ve göklerin alamadığını alan müminin gönlü, beytullah olan Kabe’den üstün olmuş olur.
Merteben ayn-i müsemmâdır esmâ sanma
Merciin Hâlık-ı eşyâdadır eşyâ sanma
(Merteben isimlerin sahibindedir, isimlerden sanma. Döneceğin yer eşyanın yaratıcısındadır, eşya sanma.)
Allah’ın yalnız zatına has olan zâtî sıfatları, bir de subûtî sıfatları vardır. Bu sıfatların “küll”ü Allah’a aittir. İnsanda da cüz’î olarak mevcuttur bu sıfatlar. Yüce Allah “Basîr”dir, her şeyi bütün ayrıntılarıyla görür. İnsan ise yalnızca onun müsaade ettiği ölçüde görebilir. Allah’a ait olan bu sıfatları cüz’î de olsa taşımasından dolayı ve ayrıca ismi çok anan zâkirin o ismin hassalarının insanda tecellî edeceği inancıyla şair insanın mertebesinin o isimlerde değil, isimlerin yaratıcısında olduğunu ifade etmektedir. İnsan Allah’a aittir ve O’na dönecektir (Bakara 156). Dönülüp gelinecek olan yer olan “mercî” kelimesi burada özellikle kullanılmıştır. İnsan ne yaparsa yapsın, nereye, hangi yola giderse gitsin, öldüğünde yalnız O’na dönmüş olacaktır. Sanıldığı gibi toprak olup eşyaya karışmayacaktır.
Arz-i acz etmeyesin yâreden ol yâre sakın
Bulduğun gevher-i âlîleri bîçâre sakın
(Yaralarından dolayı sevgiliye sakın aczini arz etme. Ey bîçâre, elde ettiğin kıymetli mücevherleri iyi koru.)
Tasavvuf, incitmemek ve incinmemektir der büyükler. Şakik-i Belhî sabır ve şükür hakkında mürîdân ne düşünür diye İbrahim Edhem’e sormuş. İbrahim Edhem de, “Yaratan verince şükrederler, vermeyince sabrederler.” der. Şakik-i Belhî, “Onu Belh’in kelpleri de yapıyor.” buyurur. İbrahim Edhem, “Peki ya siz ne yaparsınız?. Şakîk-i Belhî, “Biz bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz.” der. İnsana sevgiliden gelen eza ve cefa birer cevher-i âlîdir. Eza ve cefadan şikayet etmeyip onun yolundan dönmeyen insan için Allah’ın mükafatı -Rıza-yı Bârî” her şeyin üstündedir.
Sendedir mahzen-i esrâr-ı muhabbet sende
Sendedir ma’den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Marifet sende hüner sende hakîkat sende
(Aşkın sırlarının hazinesi sendedir. Fütüvvet nurlarının kaynağı sendedir ve sende daha saklı birçok hal vardır. Marifet, hüner, hakikat; hepsi sendedir.) Aşkın sırları değerli bir mücevher gibi düşünüldüğü için hazinelerin saklandığı yer manasına gelen mahzen kelimesi kullanılmıştır burada. Başkalarını kendinden üstün görme özelliğiyle bilinen fütüvvet de şaire göre nurların kaynağıdır. Kul Allah’a yakîn olabilmek için birtakım mertebeler aşar. Marifet de onlardan biridir. Önce onun sıfat ve isimlerini tanır. Çile ile nefsini arındırır ve kendi içine yönelir. Kendini buldukça Allah da ona kendini tanıtmaya başlar. Marifet de kula Allah tarafından kendisi hakkında verilen bilgidir. “Şeriat, tarikat yoldur varana / Hakikat marifet andan içeru” buyurduğu gibi Yunus’un, birbiri ardına Hakk’a yakîn olabilmek için sıralanan yollardır. Sufi de şaire göre bu yolun yolcusu olmak istidadını taşımaktadır.
Saf kıl âyîneni kâbil-i aks-i süver et
Hele bir cem-i havâs eyle de Galib nazar et
(Ey Galib, aynanı temizleyerek suretleri gösterebilir hale getir. Hele bir hislerini topla da bir bak…)
Sufiler için Hak’tan gayrı her şey “siva”dır ve onun kalpten çıkarılması gerekir. Yani kalpte o kalbin sahibinden başkasının olmaması gerekir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hak / Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan. Ağyar ve sivâ perdelerinin kaldırılabilmesi için âyîne olan kalbin zikirle sürekli ovulması gerekir. Sürekli parlak olacak ki kalbin sahibi oraya aksetsin. İşte o zaman dağların, göklerin ve yerin alamadığını alan müminin kalbi ortaya çıkmış olacaktır.
Hakk’ı aksettiren âyînelerimizi pak tutmamız dileğiyle efendim…
Hoşça bakın zatınıza…

6 Kasım 2012 Salı

seyrani

Seyrani (1807 - 1866)

Hak yoluna gidenlerin
Asa olsam ellerine
Er pir vasfın edenlerin
Kurban olsam dillerine

Torunuyuz bir dedenin
Tohumuyuz bir bedenin
Münkir ile cenk edenin
Silah olsam ellerine

Bir üstada olsam çırak
Bir olurdu yakın ırak
Kemiğimi yapsam tarak
Yar saçının tellerine

Vücudumu kavursalar
Yönüm yare çevirseler
Harman edüp savursalar
Muhabettin yellerine

Vakit kalmadı durmağın
Kaldır SEYRANİ parmağın
Deryaya akan ırmağın
Katre olsam sellerine

belirsiz

Sayın Nusret

Alıntı:

Adini bilemedigimiz baska bir Bektasi sairi bu konuda söyle der:

Hararet nardadir sacda degildir
Keramet sendedir tacda degildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs'te Mekke'de Hac'da degildir


Bu dörtlük benim bildiğim kadarı ile Yunus Emre ye ait. Ama yukarıdaki şekli ile değil. Abdülbaki Gölpınarlının Yunus Emre ile ilgili bir kitabında okumuştum ilk olarak. Şiirin tamamı ya dört yada altı dörtlükten oluşuyor bildiğim kadarı ile. Ama tam olarak emin değilim.

Benim bulabildiğim şiirin sadece iki dörtlüğü. Bu şiiri ilk olarak Ruhi Su “Yunus Emre” isimli uzunçalarında seslendirmişti. Son olarak Ahmet Özhanın sesinden dinledim. Her ikiside şiirin son dörtlüğünü okuyor ve bu son dürtlükte Yunus un ismi geçiyor.

Ahmet Özhan ın seslendirmesinde şiir şöyle:

Dervişlik baştadır tacda değildir
Kızdırmak oddadir sacda degildir(Ruhi Su da “ıssılık oddadır” )
Eğer bir müminin kalbin yıkarsan
Hakka eylediğin secde degildir

Hakkı arar isen kalbinde ara
Kudüste Mekkede hacda degildir
Kabul et Yunusun ergen sözünü
Tezcek gelir başa geççe değildir.


Şiir bence tasavvufun en güzel örneklerinden birisi.

İnternette şiir en azından on değişik şekilde yazılmış. İnternetin yol açtığı kültürü yozlaştırma gelişiminin bir parçası olarakmı görmek gerekir, yoksa internetten önce de böyle bir gelişim vardı bilmiyorum. Bildiğim tek şey internetteki, özellikle ilk iki mısra da birbirini tutmayan bazende şiiri anlamsızlaştıran, yazılış şekilleri. Birkaç örnek:

“Keramet baştadır taçta değildir”
“Keramet hırkada taçta değildir”
“Maharet baştadır”
“Keramet baştadır saçta değildir(en anlamlısı!!!!)
“Keramet sendedir tacda değildir”
“Hararet addadır...”
“Hararet nardadır sacda değildir, Dervişlik hırkada sacda değildir”

Yukarıdaki alıntıların hepsi alevi derneklerinin internet sayfalarından ve şiirin sahibi olarak Hacı Bektaş ı Veli gösteriliyor. Yunus Emre ile Hacı Bektaş ı Veli tesadüfen hemen hemen aynı anlama gelen şiirlermi yazdılar, yoksa birinin şiiri diğerinemi mal edilmek isteniyor, işin içinden çıkabilmek biraz zor.

İşin en kötü yanı, şiirin zamanla orijinal yazılış şeklinden tamamen uzaklaştırılması ve anlamını yitirmesi. İnternet yozlaştırmasımı diyelim?

kul hikmet üstadım

Kul Himmet Üstadım

Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkarımla okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım ummana daldım
Gidenler gelmedi bir haber alam
Abdal oldum çullar geydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu


Asıl adı İbrahim’dir. Divriği’nin Örenik Köyü'nde doğdu. Yine aynı köyde öldü. Ölüm ve doğum tarihleri belli değildir. Tahminen bundan yüz sene evvel öldüğü söyleniyor. Doluyu Kul Himmet’ten içtiği için onu üstad tanımıştır.

Bütün cönk, mecmua ve neşriyatta şiirleri Kul Himmet’e mal edilmiştir. Meşhur Kul Himmet'le Aşık İbrahim’i birbirinden ayıran en bariz fark yalınız “Üstadım” kelimesidir. Kul Himmet Üstadım mahlaslı şiirler Kul Himmet’in değil, bittabi İbrahim’indir. Asıl adının İbrahim olduğunu, hem ihtiyarlar hem de:

Aşık İbrahim de bir mana söyler
Ben gidersem ismim kalsın dillerde


Beytiyle kendisi söylemektedir.
Bu muhitin şairi olduğunu şiirlerinde sık sık geçen mahalli semtlerin adlarından da anlayabiliyoruz.

Bir gün ayin-i cem’de dede tarafından düşkün edilmiş. Her nereye gitti ise kimseden yüz bulamamış. Yedi sene serserice dolaştıktan sonra yegane çareyi yine aynı dedeye yalvarmakta bulmuş.

Şairimiz, mevzularını yalnız tarikattan değil, içtimai hayattan da almıştır. Bir kızın gelin olduğu evde dirlik edemeyip, kahrından ölmesi; yağmur yağmadığı zaman köylülerle beraber yağmur duasına çıkması ve bir kömür gözlünün derdi zaman zaman onun şiirlerinde yer almıştır. Bu şiirlere yalnız muhitimde değil, Türkiye’nin her tarafındaki Bektaşi mecmualarında rastlamak mümkündür.

Kul Himmet Üstadım, belli başlı şairler arasında yer almağa layık kıymetlerdendir.

Divriği Şairleri-İbrahim Aslanoğlu
İstanbul 1961



Seyyah Oldum Şu Alemi Gezerim

Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkarımla okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

İki elim gitmez oldu yüzümden
Ah ettikçe kan yaş gelir gözümden
Kusurum gördüm kendi özümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömüre yazık
Bir dost bulamadım gün aksam oldu

Gene kırcalandı dağların başı
Durmadan akıyor gözümün yaşı
Verdiği emeği alıyor kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım ummana daldım
Gidenler gelmedi bir haber alam
Abdal oldum çullar geydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu



Gafil Kalma Şaşkın Bir Gün Ölürsün

Gafil kalma şaşkın bir gün ölürsün
Dünya dolu malın olsa ne fayda
Ettiğin işlere pişman olursun
Pişmancalık ele geçmez ne fayda

Bir gün seni götürürler evinden
Hak-kın kelamını kesme dilinden
Kurtulmazsın Azrail'in elinden
Türlü türlü yolun olsa ne fayda

Söylersin de sen sözünden şaşmazsın
Helalini haramından seçmezsin
Kesilir kısmetin suda içmezsin
Akan çaylar senin olsa ne fayda

Sen söylersin söz içinde sözüm var
Çalarsın çırparsın oğlun kızın var
Hiç demezsin üç beş arşın bezim var
Bedestanlar senin olsa ne fayda

Kul Himmet Üstadım çöksem otursam
Türlü varlığımı ele götürsem
Dünya benim diye zapta geçirsem
Bütün dünya senin olsa ne fayda

noksani

DUAZ-I İMAM

Kudret Kandilinde Balkıyıp Duran
Muhammed Ali'nin Nurudur Billah
Zuhur Edip Küffarın Meskenin Yıkan
Elinde Zülfikar Ali'dir Billah

Elinde Zülfikar Altında Düldül
Önünce Kamberin Dilleri Bülbül
Hazreti Fatma Anam Cennetten Bir Gül
Ona Sırrım Dedi Hak Resulullah

Fatma Anadan Geldi Hasan Hüseyin
Onların Nuruyla Ziyalandı Din
Kırklara Erişti Zeynel Abidin
Çekeriz Yasını Hasbeten Billah

Muhammet Bakır'dan Cafer-i Sadık
Musa-i Kazım İrıza'dan Bin Yadıp Durduk
Tarikat Abıyla Cesedi Yuduk
Hak Buyurdu Müminin Kalbi Beytullah

Taki Naki İmamların Şivanı
Hasan-el Askeri Cismin Sultanı
Elinde Zülfikar Sahip Zamanı
Vakit Tamam Oldu Göndere Allah

Noksani'yem Niyazımız Üstadda
Elinde Zülfikar Hem Ehli Kanda
Bin Bir Donda Baş Gösterdi Aliyel Murtaza
Mürşidimiz Bülbülümüz Eyvallah



Noksani

Hayalin gönlümde olalı mihman
Gah uslu gezeriz gah divaneyiz
Soyunup aşkından olmuşuz üryan
Gah Mecnun oluruz gah efsaneyiz

Noksani Mehdi-i Şah'a bendeyiz
Kanda varsak Kırklar ile cemdeyiz
Hakk'ı özümüzde bulduk demdeyiz
Pirin eşiğinde can kurbaneyiz



Asıl adı Ahmet Kaynar olan 1899'da Sivas'ın Kangal ilçesinde doğan, ayaklarından özürlü bulunduğu için Ruhsati tarafından Noksani adı verilen ozan, Erzurumlu Noksani'den ayrı bir kişi olup, 5 Mayıs 1972 de Kangal'da ölmüştür.

Bu kitaba aldığımız Erzurum'lu Noksani, medrese öğrenimi gördükten sonra 30 yaşlarındayken Sadık Dede'nin müridi oldu. Bir bakkal dükkanı açarak geçimini sağlamaya çalıştı. Karısı yüzünden ''İtibarını'' yitirdiği, şeyhinin ona bu nedenle Noksani mahlası verdiği belirtilir. Şiirleri, Alevi-Bektaşi edebiyatı geleneğine bağlıdır. XIX. yüzyılın ilk yarısında 1872'de öldü. Doğum tarihi bilinmiyor.

Rahmetli Sadettin Nüzhet Ergun'un ve Rahmetli Vasfi Mahir Kocatürk'ün üç dört şiirini yayınlayıp bilgi olarak da "19. yüzyıl ozanıdır" dedikleri Noksani, Hasankale'li Rahmetli Şinasi Koç'un 1943-45 yılları arasında derleyip toparladığı ve yayınlanması için Adil Atalay'a verdiği defterdeki bilgiye göre 18. yüzyıl ozanıdır.

18. yüzyılın sonlarında Erzurum'da doğmuştur. Asıl adı İsmail’dir. Dönemin koşullarına uyarak babası ona medrese öğrenimi yaptırır. Bu yıllarda İnce Molla olarak ünlenir.

Noksani'nin babası İsmail, Ağucan Ocağı'ndan Sadık Dede'ye bağlıdır. Sadık Dede ise Elazığ'ın Sün Köyünde Koca Seyyid oğullarındandır. Bu ocağın adı Ağucan'dır. Ocağın kökü İmam Hasan'a varır.

Günlerden bir gün Sadık Dede, taliplerinden İsmail'i görmek için Erzurum'a gelir. Ev halkı büyük bir sevinçle kendisini karşılar. İçlerinde İsmail yoktur. Sadık Dede, İsmail’i sorar. Babası da "Buralardaydı. Nerede ise şimdi gelir" yanıtını verir.

Biraz sonra İsmail içeri girer. Onu yakından izleyen Sadık Dede, İsmail'deki değişikliğin hemen farkına varır. O durumada İsmail, Alevi geleneğine göre "Zahir ilmine" kapılmıştır. Kibirlidir. Kendinden üstün kimse olmadığı savındadır.

Bunu anlayan Sadık Dede, elini öpen İsmail'in iki omuzu arasına iki eli ile vurur. Dua eder. İsmail’in ağzından bir duman çıkar ve düşüp bayılır. Bir süre sonra ayılır ve Sadık Dede'ye bakarak söyler.

Gönlümün ziyası, gözümün nuru
Gönlümde mihmanım sen oldun ezel
Kolumun kuvveti, dizimin feri
Ruh ile revanım sen oldun ezel


Sadık Dede, İsmail'e ''Noksani'' tapşırmasını verir. Bundan sonra kısa bir süre içerisinde deyişleri dillere yayılır. Halkın sevgilisi durumuna gelir.

Yıllar sonra Hasan Kale'nin Taşlıyurt köyünde eğitmenlik yapan Rahmetli Şinasi Koç, bu deyişlerle karşılaşır. Noksani'nin kimliği üzerinde araştırma yapar. Hasankale'nin Esende (Bad-ı Civan) köyünden Veli Beğ oğullarından Molla Mahmut ve yeğeni Bektaş'ta bir mecmua görür. Noksani'ye ilişkin deyişlerle doludur. Gene bu arada Noksani'nin bir torununun sağ olduğunu işitir. Erzurum Halkevi'nde görevli olduğunu öğrenir. Lütfiye adındaki bu torunla görüşür. Lütfiye o yıllarda (1945) seksenlik bir bacıdır. Ondan öğrendiğine göre, Noksani'nin üç oğlu doğmuş. Rıza, İsmail, Zekiye. Rıza'dan Adil ve Zekiye adlı iki torunu olur. İsmail'den Ziya ile Lütfiye diye iki torunu vardır. Lütfiye'den ise Makbule ve Hatice diye iki kız torunu olur. Makbule ise Horasan'dan tahsildar Yaşar'la evlenir. Soy böyle yürür gider.

Noksani Erzurum'da ''Limoncu'' ve ''Kavcı'' diye ünlenen dostları ile, ayrıca Horasan'ın ''Endek'' ve ''Müşkü'' köylerindeki dostları ile sık sık görüşür, muhabbet edermiş.

Erzurum'da Taşmağazalar'da bir küçük bakkal dükkanı varmış. Orada kazandığı parayla geçimini sağlarmış. Bir gün dostlarından biriyle muhabbet ederken, bir çocuk gelir elinde az bir para vardır: ''Noksani amca, al bu parayı bana şeker ver! '' der. Noksani sohbetin içinde parayı alır eski şekerler top, toptur. Bir top alır verir, hiç bakmaz bile. Çocuk eve gelir. Annesi şekeri görünce "Bu şekeri habersiz mi aldın? " diye sorar. Çocukla beraber dükkana varır. O zamana kadar misafir gitmiştir. Noksani Baba tezgahının başına geçmiştir. Kadın çocuğun eline gene o kadar para verir. Şeker istetir. Parayı alan Noksani şekeri kırar, tartarak verir. Bu kez az bir parça olur. Kadın sorar "Noksani Baba. Biraz önce aynı paraya pek büyük bir parça vermiştin! " dediğinde, Noksani Baba "Ah evladım, getir o muhabbeti ki verem o şekeri! " der (Adil Ali Atalay, Noksani Baba, sf. 7).

Hz. Ali ve Oniki İmam sevgisiyle dopdolu olan Noksani, tarikatın tüm inceliklerini şiirlerine ışık ve renk olarak düşürmeye özen gösteriyor. Varlık birliği öğretisini somutlaştırarak sevgi, muhabbet örtülerine sararak lirizm denizine, şiir ummanına atıyor. Akıcı, duru bir söyleyiş, kopukluk göstermeden tarikat, inanç, sevgi üzerine Noksani'nin görüşlerini, düşüncelerini yaşamı boyunca oluşturduğu bilgi birikimini sabır ve olgunluk atmosferi ortasında şiirsel öğelere zarar vermeden Türkçe'nin tadını arttırarak sergiliyor. Şiirleri Adil Ali Atalay tarafından bastırılmıştır.

Alevi Bektaşi Şiirleri Antolojisi
İsmail Özmen
Kültür Bakanlığı Yayınları

pir sultan

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
Yine Tazelendi Yürek Yarası
Ben Bu Derde Hande Derman Bulayım
Meğer Şah Elinden Ola Çaresi

Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim

Türlü Donlar Giyer Gülden Naziktir
Bülbül Cevreyleme Güle Yazıktır
Çok Hasretlik Çektim Bağrım Eziktir
Güle Güle Gelir Canlar Paresi

Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim

Benim Uzun Boylu Serv-i Çınarım
Yüreğime Bir Od Düştü Yanarım
Kıblem Sensin Yönüm Sana Dönerim
Mihrabımdır İki Kaşın Arası

Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim

Didar İle Muhabbete Doyulmaz
Muhabbetten Kaçan İnsan Sayılmaz
Münkir Üflemekle Çırağ Soyunmaz
Tutuşunca Yanar Aşkın Çırası

Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim

Pir Sultan'ım Katı Yüksek Uçarsın
Selamsız Sabahsız Gelir Geçersin
Dilber Muhabbetten Niçin Kaçarsın
Böyle midir İlinizin Töresi

Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim

edib harabi

Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram

Ey zahit şaraba eyle ihtiram
İnsan ol cihanda bu dünya fani
Ehline helaldir naehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali

Sevap almak için içeriz şarap
İçmezsek oluruz düçar-ı azap
Senin aklın ermez bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali

Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali

Sen münkirsin sana haramdır bade
Bekle ki içesin öbür dünyada
Bahs açma Harabi bundan ziyade
Çünkü bilmez haram ile helali


Harabi (Edip Harabi)
HARABİ VE DEYİŞLERİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:

1853 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Ahmet Edip'tir. Harabi, sonradan şiirlerinde kullandığı mahlastır. Bazı şiirlerinde adı Edip olarak geçer.

Bahriye Birlik katibi olan Harabi, ömrünü İstanbul ve Rumeli'de geçirmiştir. 17 yaşında Bektaşiliğe giren Harabi, dünyadan göçüs yılı olan 1917'ye kadar bu yolun sadık bir bendesi ve yılmaz bir savaşçısı olmustur.

Tasavvufla ve tasavvuf üstadlarının eserleri ile yakından ilgilenmiş, hece ve aruzla yazdığı veya irticalen söylediği deyişlerle koca bir divan meydana getirmiştir. Yunus'un sevgi ve birlik duygusuna, Nesimi'nin sertliğine, Kaygusuz'un hiciv ve istihzasına, Pir Sultan'ın cesaretine bu dünyadaki deyişlerde bol bol rastlamak mümkün.

DİVAN
Harabi'nin kendi elyazısı ile meydana getirdigi divan 570 sahifelidir. Bu divanı inceleyen Nejat AN arkadaşımız şöyle yazıyor: "Edip Harabi Divanı, İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesinde, İhsan Mahfi kitapları arasında 98 numarada kayıtlı bir yazmadır. Şiirlerin yazılı olduğu defter arada bir sahifeleri başka renkte olan, ilk otuz sahifesi dış kenarından fare yeniğine uğramış, kalın bir defterdir. Şiirler gelişi güzel bir sırayla yazılmıştır. Sonda bir fihrist var. Bu fihristte, şiirlerin ilk mısraları ile, bunlarin hizalarında aşıkanedir, rindanedir, hezeldir, nefestir, kafiranedir, mersiyedir, hicvamizdir, felekten şikayettir, vahdet-i ilahidir, berayı latife söylenmistir, hakimanedir, duadan ibarettir... gibi izahlar var.

Şiirleri aruzla ve hece ile yazılmıştır. Şairin bu iki vezne de çok alışık olduğu hakimiyetinden anlaşılıyor. Uyakları kimi zaman göz için, kimi de kulak içindir. Rediflere rağbeti vardır. Nazım şekillerini maksadına göre seçmekte ustadir.

Edip Harabi, tasavvuf konularında olduğu kadar hiciv alanında da usta ve tecrübeli bir şairdir. Hicviyelerinin üstünde, kime niçin ve ne zaman yazıldığını gösteren notların bulunması; onların ilginçliğini artırmaktadır.

Bu arada şairi coşturan, kızdıran sebeplerin belli olması, onun hayatı hakkında da epey bilgi vermektedir.


YENİDEN DOĞUŞ
Harabi, bütün Bektaşiler gibi yeniden doğusa ermiş ve hayatına yeni bir yön vermiştir. Bu doğuş 17 yaşında olmuştur:

Berzahtan kurtuldum çıktım aradan
Onyedi yaşında doğdum anadan
Muhammed Hilmi Dede Baba'dan
Çok şükür hamdolsun geldim imkane


Çok genç yaşında, Merdiven Köyü Bektaşi Tekkesinde M. A. Hilmi Dede Baba'ya ikrar verip tarikata giren Harabi hayatının sonuna kadar bu ikrara sadık kalmış, şiir ve nefesleri ile Bektaşi edebiyatının en kudretli ustadlarından biri olmuştur.

Bektaşi olmadan önceki halini söyle anlatır: "Abdestimi alır, taştan duvare karşı bir kalkar bir yatardım. Savmı salatı bırakmazdım. Cennetle huri, gılman sevdası vardı gönülde. Beş vakte beş katardım, çok namaz kılardım, camileri gezerdim. Allah'a vasıl olmak böyle olur sanırdım."

Yeniden doğuş ona yeni düşünceler yeni inançlar getirir ve ona şu mısraları yazdırır:

Allah idi muradım
Gece gündüz onu aradım
Derlerdi hiç bulunmaz
Çünkü o lamekandır
Miraca nail oldum
Bir haylice zamandır
Hariç değildir Allah
Me'vasıdır o dergah


HER ŞEY ADEMDEDİR
Harabi, artık medrese ve mescit softalığından tamamen kurtulmuş, kendisine yeni bir kıble bulmuştur: Adem.

Ona göre herşey ve herşeyin yaratıcısı olan Tanrı ademdedir. Ve gerçek Kıble ademdir:

Vechi Harabiye gel eyle dikkat
Hakkın cemalini eylersin rüyet


Bu, Harabi'ye has bir fikir değildir. Harabi'den önce de çok söylenmiştir. Mesela, ondan 500 yıl önce Nesimi de aynı inancı şu mısralarla dile getirmiştir.

Ademde tecelli kıldı Allah
Kıl ademe secde olma gümrah
Ademdir iki cihanda maksut
Secde etmeyen ona oldu merdud
Haccı ekber kılmak istersen gel ey zahid beru
Aşıkın kalbi içinde sen bu beytullahı gör


Adını bilemediğimiz başka bir Bektaşi şairi bu konuda şöyle der:

Hararet nardadır sacda değildir
Keramet sendedir tacda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs'te Mekke'de Hac'da değildir


Seyyit Nizamoğlu'nun divanında da yer yer bu fikre rastlamaktayız:

Bende Cennet bende tuba bendedir
Alem-i vahdette yoktur gayri hiç
Cümle mevcudat-i eşya bendedir
Gel dilersen hakkı görme Seyfiya
Gel beru gel Tur-u Musa bendedir


Bektaşi edebiyatı bu çeşit örneklerle doludur. Herşeyde Hakkı görmek ve mevcut olan herşeyde birlik ve beraberlik bulmak haline eskiler vahdet-i vücud adı vermişlerdir. İşte Harabi, vahdet-i vücuda canı gönülden inanmış ve bağlanmış bir şairdir.

Kaynak: HARABİ VE DEYİŞLERİ, (Haz. Sefer Aytekin, 1959)

kime ait olduğu belli değil

Mecnunum Leylamı gördüm

Mecnunum Leylamı gördüm
Bir kerece baktı geçti
Ne sordum ne de söyledi
Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü yüzü
Sandım ki Zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti

Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti

Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yaralar bizi
Gamze okun bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti

İzzeti der ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kemend etmiş
Yar boynuma taktı geçti

yunus emre

Yunus Emre

Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz (Kelec: Söz)

Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı bal ilen yağ ede bir söz

Kelecilerin pişirgil yaramazını şaşııgil
Sözün us ile pişirgil demegil çağada bir söz

Gel ahi iy şehriyarı sözümüzü anal bari
Hezaran gevher dinarı kara toprağ ede bir söz

Kişi bile söz demini demiye sözün kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz

Yürü yürü yolun ile gafil olma bilin ile
Key sakın key dilin ile canına dağ ede bir söz (Key:Pek, katı)

Yunus imdi söz yatından söyle sözü gayetinden
Key sakın ol şeh katından seni ırağ ede bir söz

fuzuli su kasidesinden

FUZÛLî

Su Kasidesi'nden



1- Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su

Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su

1- Ey göz(üm) (ey gözlerim), gönlümdeki ateşe göz yaşından (göz yaşlarımdan) su saçma; zirâ bu denli tutuşmuş (tutuşan) ateşlere suyun yapacağı bir şey yoktur. (Böylesine bir ateşi söndüremez).



2- Âbgûndur künbed-i devvâr rengin bilmezem

Yâ muhit olmış gözümden künbed-i devvâre su

2- Dönen kubbe mi (gökyüzü mü) su rengindedir, yoksa göz yaşlarım mı bütün gökyüzünü kapladı,b ilmiyorum.



3- Zevk-i tiginden aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk

Kim mürûr ilen bırakur rahneler divâre su

3- (Ey sevgili) senin kılıç gibi keskin bakışlarının zevkinden (zevkiyle) gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Ki (zirâ) su (duvarın dibinden aka aka, duvara çarpa çarpa) zamanla duvarda yarıklar, oyuklar açar, meydana getirir.



4- Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin

İhtiyât ilen içer her kimse olsa yara su

4- Yaralı gönül senin peykâna benzer kirpik uçlarından (kirpiklerinden) korkarak (bin bir türlü kuruntuya kapılarak) söz eder. Nitekim yarası olan kimse (hasta) suyu çekinerek (korka korka) içer.



5- Suya virsün bağban gülzârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün teg virse min gülzâra su

5- Bahçıvan boşuna uğraşmasın, gönül bahçesini sele versin (bozsun) zirâ bin tane gül bahçesini de sulasa senin yüzün gibi bir gül yetişmez, açılmaz.



6- Ohşadabilmez gubârını muharrir hattına

Hâme tek bakmadan inse gözlerine kara su

6- Hattatın bakmaktan (yazmaktan, uğraşmaktan) tıpkı kalem gibi, gözlerine kara sular inse, yine de gubarî yazısını senin yüzündeki ayva tüylerine benzetemez.



7- Ârızun yâdıyle nem-mâk olsa müjgânum n’ola

Zâyi olmaz gül temennâsiyle virmek hâre su

7- Kirpiklerim, senin yanağını anarak ağlamadan dolayı ıslansa ne olu? (Zirâ) gül elde etmek için dikene su vermek boşa gitmez.




8- Gam günü itmr dil-i bîmârdan tigün tiriğ

Hayrdur virmek karangu gicede bâmâra su

8- Gam gününde (kederli günde) hasta, yaralı gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. (Zirâ) karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.



9- İste peykânın gönül hicrinde şevküm sâkin et

Susuzam bir kez bu sahrâda benümçün ara su

9- Ey gönül, (sevgiliden ayrı kaldığında onun ayrılık gününde) onun oka benzeyen kirpiklerini isteyerek (anarak) arzu ve isteğini onlarla sakinleştir, susuzum bu çölde; bir defa (ne olur) da benim için su ara.



10- Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi

Nite kim meste mey içmek hoş gelür hüşyâya su

10- Ben, (senin ilâhî aşk şarabı sunan, lâl-ü cevher saçan) dudağını özlüyorum, (ben ona hasretim) zahidler, sofular ise kevsere tâlipler (bunu istiyorlar) nitekim (zaten bir vakıadır ki) sarhoşa şarap içmek, ayık kimseye de su içek hoş gelir.

necati gazel

NECÂTî

GAZEL

Lâle-hadler yine gülşende neler etmediler

Servi yürütmediler goncayı söyletmediler

Al yanaklı güzeller, gül bahçesinde gene neler yapmadılar! Selviye nazlı nazlı sallanmak cesareti ve koncaya açılmak fırsatı vermediler.



Taşradan geldi çemen sahnına bîçaredürür

Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler

Lâle, bahçeye dışarıdan gelen bir zavallıdır; ondan dolayı onu gül devri sohbetine sokmadılar.



Âdeti hûblarun cevr ü cefâdur ammâ

Bana ettüklerini kimselere etmediler

Güzellerin huyu zaten cevir ve cefa ise de bana ettiklerini kimselere etmediler.



Hamdülillâh mey-i can-bahş ile sâkilerimüz

Âb-i hayvân ile Kevser suyın istetmediler

Allah'a hamdolsun ki, sâkilerimiz cana can katan şarapla, bize abıhayatı (hayat suyunu) ve Kevser suyunu artmadılar.



Ey Necâti yürî sabreyle elünden ne gelür

Hüblar cevr ü cefâyı kime öğretmediler

Ey Necâti! Yürü, sabret; elinden başka ne gelir? Güzeller cevirle cefayı kime öğretmediler ki..

şeyhi gazel

ŞEYHî

GAZEL

Bahâr mevsimidür hemdem-i sabâ olalum

Gül ile dost kuhusuyla âşinâ olalum

Bahar mevsimidir; tan yeline arkadaş, gülle dost ve kokusuyla bildik olalım.



Çü devr-i lâledür ihlâs ile kadeh dutalum

Nite ki nerkis olur mest-i bîriyâ olalum

Madem ki lâle mevsimidir, o halde samimiyetle ele kadeh alalım ve nergis nasıl riyasız sarhoş oluyorsa, biz de öyle sarhoş olalım.



Zamâne sırrını ko gonca gibi ser-best

Çemen safâsına gül gibi dil-küşâ olalum

Bırak, yaşadığımız devrin sırrı konca gibi kapalı kalsın: Biz bağ, bahçe safasına gül gibi gönlümüzü açalım.



Cihan fütûhına Cem câmdur dimiş miftâh

Gelün mülâzim-i câm-i cihan-nümâ olalum

Cem, "dünyada neşe ve emel kapısının anahtarı kadehtir" demiş. Gelin, biz de içinde cihanı seyrettiren kadehten ayrılmayalım.



Amelden ücret umunca gurûr-i tâat ile

Günehde muhtazır-i rahmet-i Hudâ oallum

İbadetimize gururlanarak amelimizn karşılığını umacağımıza, günahımızın affı için Allah'ın rahmetini bekleyelim; ondan ümidimizi kesmeyelim.



Bahâr tevbeye Şeyhî cünun dimiş âkıl

Bugün muvâfakat et irte pârsâ olalum

Ey Şeyhî! Aklı başında olan, baharda edilen tövbeye deliliktir demiş. Gel bugün bu söze uy, içelim, keyfimize bakalım da yarın işi sofuluğa vururuz.

ruhsati


„Ruhsati Külhan var Sen ne Olacaksın?...“

Ben aşıkım deyu laf etme günül,
Dağlarda duman var sen ne olacaksın?
Çağlar hak diliyle, Hakk’ı çağırır.
Şat, Murat , Fırat var, sen ne olacaksın?

Yazıcıoğlu yanmış evrak elinde,
Mecnun Hakk’a yetmiş, Leyla dilinde;
Ferhad canı vermiş Şirin yolunda,
Fuzuli Sultan var, sen ne olacaksın?

Aşk ile kül olmuş, yanmış Niyazi,
Eşrefoğlu gezmiş Şam’ı, Şiraz’ı,
Yunus meleklerden almıştır razı,
Bekayı bulan var sen ne olacaksın?

Emrah göçün çekmiş dar-ı fenadan,
Mansuri bendini asmış semadan,
Arınmış Kuddusi hep masivadan,
Canına kıyan var sen ne olacaksın?

Aşık Garip asmış sazını duvara,
Kerem Baba yanıp dönmüş küllere,
Kusuri’nin gözü dönmüş fenere,
Enelhak diyen var sen ne olacaksın?

Aşık Ömer gelmiş çok yazmış ebyat,
Kamili dünyada almamış murat,
Nizamoğlu, Dertli çok kılmış feryat,
Belayı bulan var sen ne olacaksın?
.................................................. .....

Nic’aşıklar gelmiş, niceler göçmüş,
Nice sır saklamış, nice sır açmış,
Nicesi bu yolda serinden geçmiş,
Ummana dalan var sen ne olacaksın?

Bazı aşık vardır sever savurur,
Mahbubu aşkından dağlar devirir,
Altmış beş yaşında çalar çağırır,
Mesleki(-i) suzan var, sen ne olacaksın?

Ben değilim, Hakk söyletir dilimi,
Bade içtim kimse bilmez halimi,
Şu yalan dünyadan çektim elimi,
Meftuni(-i) nihan var sen ne olacaksın

Çoklar aşk yolunda verdi serini,
Dağlar çekemezdi an ü zarını,
Daha öldürmedin nefsin birini,
Ruhsati, külhan var sen ne olacaksın?

Ruhsati

Raz: Sır
Beka: Sonsuzluk, ebedilik
Dar-ı fena: Ölümlü dünya
Masiva: Tasavvuf felsefesine göre Tanrıdan başka her şey,
Ebyat: Beyitler
Külhan: Hamamlarda ateş yakılan yer, burada: cehennem
An ü zarını: “ah ü zarını” olsa gerek

divan edebiyatının tarihi gelişimi

van edebiyatı, Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra meydana gelen yazılı edebiyattır. Arap ve Fars edebiyatı etkisi altında gelişmiştir. Bu etki, Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçeye girmesinin yanı sıra, bu dillerin anlatım biçimlerinin benimsenmesiyle de kendini gösterir. Bu edebiyata Divan edebiyatı denmesinin sebebi, şairlerin şiirlerini divan denen el yazması kitaplarda toplamış olmalarıdır.
Divan Edebiyatının Tarihi Gelişimi

Divan edebiyatının ilk örnekleri 13. yüzyılda verilmiştir. Bu edebiyatın ilk ürünlerini veren Mevlana Celaleddini Rumi bütün yapıtlarını Farsça yazdı. Aynı yüzyılın bir başka büyük şairi Hoca Dehhani’ydi. Horasan’dan gelip Konya’ya yerleşen Dehhani, özellikle İranlı şair Firdevsi’nin etkisinde şiirler kaleme aldı. 14. yüzyılda Konya, Niğde, Kastamonu, Sinop, Sivas, Kırşehir, İznik, Bursa gibi kültür merkezlerinde şairler ve yazarlar Divan edebiyatının yeni örneklerini verdiler. Bunların çoğu kahramanlık hikâyeleri, öğretici, eğitici ve dinsel yapıtlardı. Bu arada İran edebiyatının konuları da Türk edebiyatına girmeye başladı. Mesud bin Ahmed ile yeğeni İzzeddin’in 1350′de yazdıkları Süheyl ü Nevbahar, Şeyhoğlu Mustafa’nın 1387′de yazdığı Hurşidname, Süleyman Çelebi’nin (1351–1422) Vesiletü’n-Necât başlığını taşımakla birlikte Mevlid adıyla bilinen ünlü yapıtı, İran edebiyatının etkisiyle yazılmıştır. Divan edebiyatı, özellikle şiir alanında en parlak dönemini 16. yüzyılda yaşadı. Bâkî ve Fuzuli Divan şiirinin en iyi örneklerini verdiler. 17. yüzyıla girildiğinde Divan edebiyatının ulaştığı düzey, İran edebiyatınınkinden geri değildi. Şairler, şiirlerinde “fahriye” denen ve kendilerini övdükleri bölümlerde şiir ustalığının doruğuna çıkmışlardı. Öğretici şiirleriyle tanınan Nabi ve bir yergi ustası olan Nef’i bu yüzyılın ünlü şairleriydi. Divan edebiyatı, en özgün şairlerinden olan Nedim’in ve Şeyh Galib’in ardından, 18. yüzyılda bir duraklama dönemine girdi. Daha sonraki şairler özellikle bu iki şairi taklit ettiler ve özgün yapıtlar ortaya koyamadılar. 19. yüzyılda Divan edebiyatı artık gözden düşmüş ve eleştiri konusu olmuştu. İlk eleştiriyi getiren Namık Kemal’di. Tanzimat’la birlikte Türk edebiyatında Batı etkisinde yeni biçimler, konular denenmeye başlandı. Divan edebiyatı böylece önemini yitirmekle birilikte, Tevfik Fikret, Mehmet Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı, Türk edebiyatının aruz ölçüsüyle son şiirlerini yazdılar.
Divan Edebiyatında Dil ve Üslup

İslam dininin benimsenmesinden sonra, Kuran’ın Arapça olmasından dolayı pek çok toplumun kültür dili değişime uğradı. İranlılar 9. yüzyılda edebiyat ürünlerini, Yeni Farsça diye adlandırılan bir dille vermeye başladılar. İran edebiyatının bu ürünlerinden Türk edebiyatı büyük ölçüde etkilendi. Öte yandan Anadolu’da kurulan Türk devletleri, resmi yazışma dili olarak Arapça ve Farsçayı kullandılar. Bu durum edebiyat dilinin değişmesine de sebep oldu. Özellikle saray çevresindeki şairler ve yazarlar, yapıtlarını Arapça ve Farsça yazmaya başladılar. Arapça ve Farsça sözcükler zamanla Türkçeye de yerleşti. Osmanlı Devleti döneminde bu üç dilin karışımıyla Osmanlıca denen bir dil ortaya çıktı. Divan edebiyatının dili de Osmanlı Türkçesiydi.
Divan Edebiyatında Nazım

Nazımın sözlük anlamı “sıra”, “düzen” demektir. Ama Divan edebiyatında nazım dendiğinde şiir akla gelir. Divan edebiyatı, daha çok şiir türünde örnekler içerir ve düzyazı ürünler azdır. Divan şiiri, kurallarını Arap ve İran edebiyatından alan aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Divan şiirinde daha çok Kur’an, Hz. Muhammed’in sözleri olan hadisler, peygamber ve kutsal kişilere ilişkin öyküler, tasavvufun ortaya attığı sorular, ünlü bir İran efsanesini konu alan Şehname gibi konular işlenmiştir. Bu şiirlerde Türk kültürüne ilişkin ögelerden de yararlanılmıştır. Divan şairi bu konuları, aruz ölçüleri içinde ve çok yaygın biçimiyle beyitlerle yazmıştır. Tek satırdan oluşan dize ya da mısra, genelde şiirin en küçük birimidir. Divan şiirinde ise en küçük birim beyittir. Sözcük olarak beyit “ev” anlamına gelir. Mısra da, çift kanatlı bir kapının kanatlarından her birine verilen addır.
Divan Şiirimizde Aruz Ölçüsü

Divan şiirinde kullanılan ölçü “aruz”dur. Aruz ölçüsünde açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu kısalığı temeline dayanan şiir ölçüsüdür. İlk kez Arap dilcisi İmam Halil bin Ahmed kullanmıştır. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsçayı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk edebiyatına da girmesine vesile olmuştur.
Divan Şiirinde Nazım Biçimleri

Ölçüsü ve uyağı olan söz ya da yazıya “manzum” ya da “manzume” denir. Şiirde dize sayısı, dörtlük sayısı, sıralanış düzeni, uyak yapısı gibi dış özelliklerin tümü, nazım biçimini oluşturur. Divan şiirinde pek çok nazım biçimi vardır, ama birkaçı daha yaygın olarak kullanılmıştır.
Biçimlerine Göre: Uyak, beyit, mısra, bend, mesnevî, kasîde, gazel, rubaî, musammat, terkib-i bend, müsemmem, tuyuğ, tahmis, tardiye, taşdir, tesdis, teşbiye, taşir, tezmin, muaşşer, muhammes, murabba, müseddes, müstezat, şarkı
Konularına Göre:
Din dışı: Bahariye, Cevreviye, Fahriye, Mersiye, Mehdiye, Gazavatnâme, Sahilnâme, Sakînâme, Kıyafetnâme, Surnâme, Hamamnâme, Şehrengiz, Hicviye, Hezliyat, Tarih Düşürme, Muamma, Lûgaz, Dariye, Rahşiye
Dinî: Tevhid, Münacat, Na’at, Makte’l-İ Hüseyin, Miraciye, Hilye, Mevlid, Kırk Hadis, Menkıbe, Kıssa
Divan Şiirinde Konular ve Divan Şiirinin Özellikleri

Divan şiiri, döneminin zevklerini, sanat anlayışını, inançlarını, hayata bakışlarını ve bilgilerini yansıtır. Ne var ki, Divan şairinin gerçek yaşamı anlattığına pek rastlanmaz. Kendisini sürekli acı çeken bir âşık olarak anlatan Divan şairi, sevgilisini ay gibi yuvarlak yüzlü bir güzel olarak betimler. Sevgili hem ay, hem de güneştir. Divan şiirinde kullanılan benzetmelerde sevgilinin boyu mızrak gibi uzun ve düz, saçları sümbül, yanakları lale ya da gül, gözleri nergis, kaşları yay, kirpikleri ok, dişleri inci, çene çukuru kuyudur. Sevgilinin beli kıldan incedir, dudağı ölümsüzlük suyu (ab-ı hayat) gibidir. Böyle betimlenen sevgilinin âşığının (yani şairin) gözyaşı Nil ya da Fırat ırmakları gibi akar. Âşığın bir yandan rakibi, bir yandan da acı çektiren sevgilisi vardır ve bu nedenle başı belâdan hiç kurtulmaz. Divan şiirinde bütün şairlerin kullandığı bu tür benzetmelere “mazmun” denir. Bu mazmunları yerli yerinde ve başarılı biçimde kullananlar iyi şair sayılırdı.
Divan şirinde yaygın işlenen konulardan biri de doğadır. Ama doğa, şairin hünerini göstermesi için bir araçtır. Çünkü şair, doğayı kendisinin gördüğü gibi değil, önceki usta şairlerin gözüyle yansıtır. Doğa, daha çok kasidelerin ve mesnevilerin konusu olmuştur. Bahar ve kış mevsimleri o kadar çok işlenmiştir ki, bu iki mevsimi anlatan şiirlere ayrı adlar bile verilmiştir. Baharı anlatan şiirlere bahariye, kışı anlatanlara da şitaiye denmiştir. Bahar, şair için sevinç kaynağıdır. Bahar için yapılan benzetmelerden biri sultandır. Örneğin bahar sultanı ordusunu toplar, kış sultanına hücum ederek onu yener. Bâkî’nin “Bahar Kasidesi”, en güzel bahariye örneğidir. Bahar tasvir edilirken gül, bülbül, lale, sümbül, çimen gibi sözcüklere sıkça başvurulmuştur. Divan şairine göre bahar yaşam ve canlılığın kaynağıdır. Kış ise can sıkıcı ve bunaltıcıdır; zalim bir padişaha benzetilir. Divan şiirinde işlendiği biçimiyle doğa belli öğelerle sınırlı kalmıştı. Örneğin orman, dağ, ova, rüzgâr, yağmur gibi öğeler Divan şiirinde hemen hiç kullanılmamıştır. Divan şiirinde kayıklar vardır, ama deniz yoktur. Divan şiirinde bilinçli olarak hayali bir dünya yaratılmıştır.
Divan Şiirinin Söz Sanatları

Divan şairinin iyi şair olabilmesi için dilin inceliklerini bilmesi gerekirdi. Şairin söz sanatlarındaki ustalığı şiirinin değerini artırırdı. Bu nedenle şairler, hüsn-i ta’lil ve teşbih sanatına sıkça başvurmuşlardır. Hüsn-i ta’lil, nedeni bilinen bir olayı, daha güzel biçimde açıklama ve anlamlandırma sanatıdır. Benzetme de denen teşbih ise, bir durumu, bir oluşu, bir varlığı daha güzel bir duruma, bir oluşa, bir varlığa benzetmektir. Divan şairi için benzetilenler, daha doğrusu neyin neye benzetileceği belliydi ve kalıplaşmıştı. Bu amaçla hazırlanmış listeler bile vardı. Yeni bir şiirin benzetme yönü farklıysa, o değerli bir şiir olarak nitelendirilirdi. Ama asıl yenilik hüsn-i ta’lil sanatıyla ortaya koyulurdu. Böylece şair bir sözcüğe ya da deyime, kullandığı dili çok iyi bilmesi oranında artan anlamlar yüklenmiş oluyordu.
Başlıca söz sanatları şunlardır: Teşbih, Mecaz, Mecaz-I Mürsel, Telmih, Tecahü’l-İ Arif, İstiare, Hüsn-İ Ta’lil, Leff Ü Neşr, Kinaye, Tariz, Teşhis, İntak
Divan Edebiyatında Nesir ( Mensur )

Divan edebiyatında üç tür düzyazı biçimi vardır. Yalın düzyazı, süslü düzyazı ve orta düzyazı. Yalın düzyazıda halkın konuştuğu dil kullanılmış, halk kitapları, halk öyküleri, Kur’an tefsirleri, hadis açıklamaları bu türde yazılmış eserlerdir.
Süslü düzyazıda (nesirde) hüner ve marifet göstermek amaçlanmıştır. Bu türe genellikle medrese öğrenimi görmüş, Osmanlıcayı iyi bilen yazarlar yönelmiştir. Çok uzun cümlelerin, bol söz ve anlam oyunlarının göze çarptığı bu türün en belirgin örneklerini Veysi ve Nergisi vermiştir. Süslü düzyazıda çok ürün verilmiş bir alan da tezkire’dir. Bu türün ilk örneğini, 16. yüzyılda Âşık Çelebi yazmış ve tezkire geleneği 19. yüzyılda Fatih Efendi’ye gelene kadar sürmüştür.
Orta düzyazı (nesir) ise, divan edebiyatının hemen hemen bütün klasik yazarlarının yazdığı bir türdür. Belirgin özellikleri, söz ve anlam oyunlarından, hüner ve marifet göstermekten kaçınılmış ve içeriğin ön planda tutulmuş olmasıdır. Özellikle tarih, gezi, coğrafya ve din kitapları bu türde (orta nesirle) yazılmıştır.
Din Dışı Yazı Türleri: Tezkire, Tarih, Seyahatnâme, Sefaretnâme, Siyasetnâme, Münazara, Münşeat

divan edebiyatında güzellik ideali

DİVAN EDEBİYATI'NDA “GÜZELLİK” İDEALİ

Geleneksel olan her zaman kendisine has bir içkinliğe, kendisine has bir derinliğe sahiptir. Geleneksel olanda şekilsel anlamda çok yönlülük, mana bağlamında sonsuz bir derinlik, daha da ötesi her şeyiyle hem dışrak hem de içrek bir yapıya sahip olma söz konusudur. Mesele, sanata irca edildiğinde, (sanatın doğasının da gereği olarak) bu çok yönlülük daha bir derinleşmekte, daha bir artmaktadır. Eflatun’dan, Plotinus’a İbn-i Arabi’den Mevlana’ya değin geleneğin büyük yolcularında ve Veda’lardan1 Upanishad’lara2 değin geleneğin hakim olduğu büyük anlatılarda, hep bu derinlik söz konusudur3. İşte oluşum ve icra şekli itibariyle, geleneğin farklı bir yorumu olan Divan edebiyatı’nda da bahsedildiği anlamıyla görünenin ötesinde bir derinlik ve çok yönlülük vardır.
Bu söz konusu çok yönlülük, daha onun isminden başlar. Şöyle ki Divan edebiyatı’na ad olan “divan” sözcüğü dahi birkaç mana ihtiva etmektedir. Bu sözcükle kast edilen en başta şairlerin şiirlerini belli bir nizama göre tertip ettikleri “divan” adlı kitaplardır. Beri yanda divan edebiyatının ürünleri genellikle şiir meclislerinde ve divanlar üzerinde oturularak paylaşıldığı için, “divan” sözcüğü bu edebiyata ad olmuştur. Bunun da ötesinde, Divan edebiyatı eserleri genellikle saraydaki o merkezi divanda veya küçük yerleşim yerlerindeki şehzadelerin, beylerin ve diğer büyüklerin görüşme meclisi olan taşra divanlarında okunup paylaşıldığından dolayı, bu mekanların adı icra edilen sanata da isim olmuştur. Mesele bir de tasavvufi bir yoruma tabi tutulursa: Divan halin arz edildiği veya hesabın görüldüğü meclistir. Şair de yazdığı şiirle bir yönüyle kendisini Yaratıcı’nın divanına çıkarmıştır. Şair, eserine divan adını koymakla kendisini O’na arz ettiğini böylelikle O’ndan ya ödül beklediğini veya yaptığı bir kusuru varsa onun bedelini ödemek için hazır durduğunu ifade etmektedir. Yani “divan” sözcüğünün meseleye isim olması, bu gelenekteki tevazünün da bir gereğidir. Divan edebiyatında aynı zamanda “kendini övme” geleneği de olabildiği için, şair eserine “divan” demekle tevazünün yanında bir de övgüyü yerleştirmektedir. Şair, bu ismi kullanmakla aynı zamanda “Benim şiirlerim veya asırlar boyunca yapılan bu edebiyat, her şeyin hükmünün verildiği divanlar gibidir; eserlerimizi o divanlar gibi düşünebilirsiniz. Hatta bir şeyin yeterli veya yetersiz olduğunu anlamak isteyen, o şeyi bu divana getirsin ve onu bu divanda yine bu divanla karşılaştırsın. Bu eser adeta bir ölçüdür. Bu eser adeta padişahın halkın karşısına çıkma lütfünde bulunduğu bir saray divanı gibidir. Kaldı ki bu eser o kadar iddialıdır ki Yaratıcının huzuruna dahi çıkarılırsa herhangi bir ceza görmeyecektir; zira ceza görmesinden korkan eserini Yaratıcının divanına çıkarmaz” demektedir. Toparlarsak, “divan” sözcüğü hem kitabın ismi, hem şiir meclislerindeki kanepelerin ismi, hem saraylardaki toplantı salonlarının ismi, hem de kararların verildiği muhakeme ortamlarının ismidir ve bu sözcük edebi bir döneme isim olurken hem tevazuya, hem övgüye, hem tasavvufa, hem dönemin sosyal yapısına hem mekanlara ve daha nice manalara değişik göndermelerde bulunmaktadır.
Daha isminden böylesi bir yoğunluk olan Divan edebiyatı’ bir çok yönüyle odağa alınıp incelenmektedir ama biz bu yazımızda Divan edebiyatındaki güzellik algısını ve o algıdaki derinliği merkeze alacağız. Şöyle ki Divan edebiyatı geleneğin belirlemiş hazır estetik kalıplar olan mazmunlar4 üzerine bina edilmiş bir edebiyattır. Güzellik algısı da bu mazmunlar etrafında şekillenmiştir. Bir çok halleri, mazmunlarla ifade edilen güzellerin genel görünüşleri, yapıları ve tavırları aşağı yukarı bellidir. Bu yönüyle bakıldığında güzel veya sevgili tipi değişmemektedir. Genellikle büt (kendisine tapınılan put) veya “cennet hurisi” şeklinde tarif edilen güzellerin hepsi aşağı yukarı aynı özelliklere sahiptirler. Mesela boy servi gibi uzundur; bel ipincedir, saçlar uzun ve simsiyahtır. Yanaklar gül kırmızı, bakışlar kılıç gibi keskin, beden sağlıklı, yaş taze denilecek kadar gençtir.
Sevgili için nice nice yakıştırmalar vardır: O, en başta candır sonra canandır, yardır, dosttur, mahbubtur, maşuktur, habiptir, güzeldir, efendidir, sanemdir, nigardır, tabiptir, afitabdır, kafirdir, dilberdir, dildardır, dilaradır, gülendamdır, melektir, peridir, mehlikadır…
Yok bu şehr içre senin vasıf ettiğin dilber Nedim
Bir peri suret görünmüş, bir hayal olmuş sana
Nedim
(Ey Nedim, bu şehirde –yaşadığın bu alemde- senin anlattığın güzelliğe sahip bir dilber yoktur. Açıkçası sana bir peri görünmüş ve seni hayalperestlik kuşatmış. Ya da gerçekten peri suretli biri görünmüş de seni baştan başa kendisi gibi ulaşılmaz bir hayale çevirmiş)
Divan şiirinde sevgilinin ayrılığı hep azap verir. Ona hesap da sorulamaz. Asla ele geçmez hep ulaşılmazdır, O. Aşığın ah u efkanını asla duymaz, lakin bundan dolayı da kesinlikle ayıplanamaz. Kimse onu yadırgayamaz, zira o kalp ülkesinin sultanıdır. Kimi zaman naz u işvesiyle aşıklarını yağmalar, öldürür ama çoğunlukla gözü toktur.
Aşık öldürmek tutalım muktezayı hüsn imiş
Tığ-ı hicran ile kat etmek kimin fermanıdır
Ahmed Paşa
(Diyelim ki -kabul edelim ki- aşıkları öldürmek güzelliğin bir gereği, güzelliğin bir özelliği olsun. Peki bu ayrılık okuyla birilerini öldürme işi kimin fermanına dayanmaktadır.)
Sevgili verdiği onca ızdıraba rağmen kendisi de pek nazenindir; pek çabuk incinir. Hele hele aşıklarının ahını almaktan pek çekinir. Çoğunlukla gizlidir; kolay kolay aşığa görünmez ama görünmek istese dahi tabiatın rengine bürünüp de meydana çıkar, zira tabiat dahi ondan etkilenip süslenmektedir. Aşık sevgilinin hayaline aşıktır; cemalini de olsa olsa rüyasında görebilir. Zaten sevgili aşığın aşkından da pek haberdar değildir; haberdar olsa da hep vefasızdır.
Gamım pinhan tutardım ben dediler yare kıl ruşen
Desem ol bi-vefa bilmen inanır mı inanmaz mı
Fuzuli
(Ben gamımı gizli tutardım; dediler ki git bunu yarine aç. Ben de gidip bunu o vefasız sevgiliye anlatsam bilmem ki bu gamıma inanır mı inanmaz mı? Diğer anlamıyla: Ben gamımı gizli tutardım; dediler ki “Git bunu yarine aç.” Ben de bana bunu söyleyenlere “O yarim aslında vefasızdır.” desem bilmem ki inanırlar mı, inanmazlar mı?)
Zenginlik ve servet genellikle sevgilinin yüce bir şanıdır. Sevgili istediğinde canlar alıp canlar satar. İstediğinde öldürür ama çoğu demde hayat vericidir. Sözleri emirdir, kanundur. Kendisine verilecek en güzel hediye de aynadır, çünkü ayna ona cemalini, güzelliğini ve zenginliğini göstermektedir.
Zinhar eline ayine vermen o kafirin
Zira görünce suretini büt-perest olur
Necati
(Sakın o kafirin –aşığın aşkını görmemezlikten gelip inkar eden o kafirin- eline ayna vermeyin. Çünkü kendi suretini görünce kesinlikle kendi güzelliğine tapan bir putperest olur)
Divan edebiyatında sevgiliye dair mazmun haline gelmiş bu yakıştırmalar sayfalarca işlenmeye, açılmaya müsaittir ama bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta böylesi bir sevgili tipinin çizilmesinin dışrak ve içrek yanlarıdır. Arz ettiğimiz üzere; divan edebiyatı geleneksel bir edebiyattır ve hep mükemmel olanın, hep ideal olanın peşindedir. Bu edebiyatın işçileri, hep mütevazi davranmışlar ve ortak bir birikimden istifade ederek o birikimi beslemeye çalışmışlardır. Zira onlar birikenleri ortak bir hafızanın ürünü olarak görmüşler ve ortak hafızanın “ideal bir güzeli bulup onu en güzel şekilde aktarma” hedefine hizmet etmeyi de gaye bilmişlerdir. Bu ortak hafızaya göre, asıl olan güzelliğin kendisidir ve bu güzellik nerede tezahür ederse etsin en mükemmel şekilde anlatılmalıdır. Zira yeryüzünde izdüşümleri görülen bu güzellikler aslında ideal olanın birer yansımasıdırlar. İdeal olan mutlak anlamda güzel olduğuna göre sanatçı da mutlak olanın büyüklüğüne layık bir şekilde eserler ortaya koymalıdır.
Şairin aşık olup övdüğü falan veya filan değil bizzat güzelliğin kendisidir. Şairlerin bizzat güzelliğin kendisine düşkün olma şeklindeki felsefi tavırları, arkadan gelen birçok düşük ruhlu yorumcuların onları yanlış anlamasına da sebep olmuştur. Öyle ki algısı çarpıklaşmış bazı kimseler, divan şairlerini eşcinsellikle dahi suçlayabilmişlerdir. Çünkü onlara göre divan şairlerinin çizdiği güzel tipi kadınları karşıladığı gibi kimi zaman genç erkeklerin güzelliklerini de karşılayabilmektedir. Halbuki divan şiirinin idealist algısına göre, asl olan güzelliğin kendisidir. Bu güzellik, bir kadında da olsa, bir çocukta da olsa, bir padişahta veya bir şeyhte de olsa övülmeye değerdir; ve övülmelidir. Hele hele güzelliğin en çok ön plana çıktığı kaş, göz, dudak, yanak gibi yüze ait unsurlar daha çok merkeze alınmalıdır. Zaten bunlar üstte olan, üste ait olan yani yukarıda olan, yukarıyı temsil eden, dolayısıyla Yaratıcıyı anlatan unsurlardır.
Divan şiiri neredeyse kaşın, gözün, yanağın, ayva tüylerinin, dudağın, saçın, perçemin şiiridir. Şair en çok burayla meşguldür. Yüze o kadar odaklanmasına rağmen bedenin aşağı kısımlarıyla hiç ilgilenmez, divan şiiri. Aşağının kadına mı erkeğe mi ait olduğu tam belli değildir. Zaten bunlar şairi çok da ilgilendirmez; çünkü aşağıda olanlar yemek, içmek, cinsellik gibi daha çok dünyaya ait unsurlardır. Ama yukarısı çok tasvir edilir; zira yukarıdakiler, ideale dönük olan unsurların izdüşümüdür. Şairlerin yukarıda olana merakı, bazen kendilerine öyle şeyler resmettirir ki, resmedilenin kime ait olduğu çoğu zaman karışır. Öyle ki resmedilen güzelliklerde kadının da erkeğin de çocuğun da yaşlı bilgenin de hepsinin izleri vardır. Bu durum ilk etapta anlaşılmayabilir ama dikkatli bir gözle bakılınca görülecektir ki asırlar boyunca işlenen o simada, aslında sadece her şeyin ortak paydası olan ilahi güzellik işlenmektedir. Tabi şair kendisini tamamlamanın peşindedir; tasvirini yapar herkes de kendi ruhunu görür.
Kadınsılıktan, erkeksilikten kurtarılıp idealize edilmiş bu güzellik algısı değişik bir çok kültürde de gözlemlenebilmektedir. Mesela Buda “Benim yüzlerce yüzüm vardır; isteyen istediğini görür” derken, bu tavır ile divan edebiyatındaki güzelliğe yaklaşımdaki tavır aslında pek örtüşmektedir. Divan şairi asli güzelliğe ulaşmak için ya resmettiği güzelliği aşıp asli olana ulaşmaya çalışır ya da ideal olandan hareketle eldekini idealize etmeye çalışır. Zaten güzeldeki güzellik Yaratıcının güzelliğidir. Şair aşığa hasret kaldığından dem vururken aslında Yaratıcıya aşık ve hasret olduğunu ifade etmektedir. Bu yönüyle bakılınca şiirlerde kullanılan ifade ve kalıpların bir çoğu tasavvufi değerlerle örtüşmektedir. Bu terminolojiye göre çoğu zaman şarap aşkın ifadesidir. Şarabı sunan saki, şeyh-mürşit-hocadır. Meyhane tekke-dergah-okuldur. Aşık manevi yolculuk yaşayan derviş-mürit-talebedir. Sevgili ise bizzat Yaratıcının kendisidir. Bazıları meseleyi daha da ilerleterek şiirde sevgiliyle ilişkili kullanılan tüm ifadeleri tasavvufi duygu ve düşünceyle ilişkilendirmişlerdir. Buna göre mesela vuslat (sevgiliye kavuşma) Kabe’nin temsilidir. Saç ve zülüf Yaratıcının birlik sıfatını anlatır; çünkü saç yakında tek tek ayrı unsurlardan oluşurken uzaktan tamamen birlik halindedir. Yanak, nurun ifadesidir. Çoğunlukla nokta kadar küçük olmakla övülen dudaklar manevi sırrı ve yokluğu anlatır. Kadeh aşığın kalbidir; Mutrib (eğlence meclislerinde çalgı çalan kişi) aşkı aktaran şeyhtir. Def, Yaratıcı’yı istemenin ifadesidir.
Divan şiirinde sevgili idealize edilirken ona yapılan her yakıştırmada ayrı bir gönderme vardır. Mesela tabiat sevgiliye bakarak süslenir ki bu tabiattaki güzelliğin ilahi güzelliklerin bir izdüşümü olduğunu ifade etmenin diğer şeklidir. Sevgilinin ulaşılmaz ve hayali bir karakter olması, sadece Osmanlı sosyal hayatında aşıkların birbirlerini rahat görememeleriyle izah edilemez. Sevgilinin hayali ve ulaşılmaz olması, aslında insan aklının tek başına büyük hakikatleri, mutlak güzellikleri çözümlemede yeterli kalamayacağının dolayısıyla ideal güzelliğin akıl için bir hayal olduğunun diğer ifadesidir. Divan şiirinde sevgili hep taze hep zindedir, dahası bu şiirde sevgililer pek ölmezler; zira ideal güzellik zaman ve mekan üstü yani sonsuzdur. Ona tabiî ki hesap sorulmaz, çünkü ideal olanı sorgulamak düşük olanların haddi değildir. Sevgilinin pek zengin olması, aşıklarından istediğine hayat vermesi de çok normaldir. Zaten o bütün zenginliklerin kaynağı ideal, aşkın güzelliktir ve her şeyden üstün olması pek doğaldır.
Evet, Divan şiiri içrek yanıyla ele alındığında ona dair bu minvaldeki yorumların sonu gelmez. Zaten o beslendiği kaynak itibariyle sonsuz bir sanattır. Divan şiiri temelde idealist bir şiirdir ama bu klasik edebiyat yeri geldiğinde dünyevi gerçekliği görmeyi de ihmal etmemiştir. İfadeler ve mazmunlar fonksiyonel bir şekilde kullanılabildiği için idealist durmayan şairler de bu edebiyatın içinde kendilerini ifade etme şansını bulabilmişlerdir. Mesele Nedim gibi şairler kimi zaman tasavvufa göndermelerde bulunmakla birlikte tamamen gerçek olan sevgilileri kastederek de şiirler yazmışlardır. Felsefi tavrı itibariyle sonsuzluğu kucaklayacak şekilde kurgulanan veya o ufka ermek için yola çıkan bir edebiyatın yani sonsuzun içinde dünyanın da kendisince bir yer bulması da pek tabiidir. Bu açıdan divan şiirini dünyevi bir gözle okuyan da ondan çok neşeli çıkarımlar yapabilmektedir. Ama bilinmeli ki bu klasik edebiyat kendisine hakikat gözüyle eğilenlere özel sırlar vermekte ve onları kendi derinliklerine götürerek adeta bir hoca gibi talebelerini sil baştan eğitmektedir.

1 Vedalar, Hintliler'in yüzyıllar boyuca geliştirdikleri brahma dinini temsil eden metinlerin tümüne verilen addır.
2 Upanishadlar: Veda dönemine ait Brahmanlar tarafından ilahi kökenli olarak kabul edilen metinler. Mistik deneylerin karşılaştırılması ve bunlardan çıkartılabilecek felsefi ve yoga ile ilgili sonuçlarının açıklamalarını içerirler.
3 Bu eksende etraflı bir okuma için Ray Livingston’un, Coomaraswamy’in düşüncelerini toparladığı “Geleneksel Edebiyat Teorisi” adlı çalışma. İnsan Yayınları, İstanbul. Aralık 1998
4 Mazmun herkesçe anlaşılabilecek ve belirli bir manası olan estetik kalıpları ifade eder. Biri dış diğeri de iç olmak üzere çoğunlukla iki manası olan mazmun, geleneğin uzun bir tecrübeden sonra bazı kavramlara belli anlamlar yüklemesiyle oluşur. Hiçbir şair yüklenilen bu anlamsal ilgileri bozamaz; başka şekillerde kullanamaz. Mesela kaşlar yaydır, kirpikler oktur, dudaklar mim harfidir, yanaklar goncadır, boy selvidir. Bu liste uzayıp gidebilir. Gelenek, asırlar boyunca yaşadığı tecrübelerle yakışabilecek en ideal kavramları bulmuş ve onları kalıplaştırmıştır; şairler de kelam atlarını ancak bu çağrışım mekanizmasının içinde coşturup koşturabilirler. Tabi bu durumu asla şairlerin sınırlarını daraltma gibi algılamamak gerekir. Zira mazmunların varlığı hem şairi beslemekte hem de şairin ona yeni katkılarda bulunarak mazmunu arkadan gelenlere daha yoğun bir şekilde bırakmasına vesile olmaktadır. Böylelikle mazmunlar asırlar boyu işlene işlene mükemmel hale gelmekte ve ortaya, üzerinde yoğun bir tecrübe enerjisi taşıyan tam anlamıyla klasik bir edebiyat çıkmaktadır. Böylelikle sanat herhangi bir şahsın bireysel sınırlı çabasının değil; toplum ve tarih denilen o büyük şahsın asırlar boyu süren ortak çabasının sonucu olan bir sanat olmaktadır.

Kaynakça:
1. Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara. 1970
2. Fahir İz. Eski Türk Edebiyatında Nazım. İstanbul 1967
3. Ömer Faruk Akün. Divan Edebiyatı Maddesi. İslam Ansiklopedisi. Cilt 9, s.415-425
4. Ahmet Hamdi Tanpınar. XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. Giriş. İstanbul 1956
5. Ahmet Talat Onay. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar. Ankara, 1992
6. İskender Pala. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul, 1998
7. Agah Sırrı Levent. Türk Edebiyat Tarihi. Cilt-1. Giriş. Ankara 1988
8. Ahmet Atilla Şentürk. Osmanlı Şiiri Antolojisi. İstanbul 2004

affed

Göz kaptırdığım renkten,kulak verdiğim sesten,
Affet senden habersiz aldığım her nefesten...

(1980)

Necip Fazıl Kısakürek

örnek beyit

Dil verdiğimiz yâre nigâh-i gazabından
Tasrîhe mecâl olmadı îmâ ile geçtik
Naili
Ders-i aşkın müşkilin Yahyâ nice halleylesin
Söyleyenler kendini bilmez bilenler söylemez
Şeyhülislam Yahya
Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Rasih
Künc-i mihnetde rakîbâ beni tenhâ sanma
Kâr ger sende yatursa elemi bende yatur
Bağdadlı Rûhî
Ger derse Fuzuli ki “güzellerde vefâ var”
Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır
Fuzuli
Cihânda âşık-i mehcûr sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
Şeyhulislam Yahya
Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben
Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben
Nef'i
Sînede bir lahza ârâm eyle gel cânım gibi
Geçme ey rûh-i revân ömr-i şitâbânım gibi
Nedim
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-i firâkız
Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
Selimi
Göz yaşlı gönül zülf-i perîşânlar içinde
Kaldım karanu gecede bârânlar içinde
Taci Bey
Eczâmızı hep rîk-i beyâbân-i gam itsek
Cânâne giden nâme-i hicrâna dökülsek
Naili

şarkı

Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni
Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni
Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni
Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine
Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni
Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni
Şeyh Galib

divan edebiyatından seçme beyitler


Ahmed Paşa

«Canıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim.»


Ahmed Paşa
Avnî (Fatih Sultan Mehmed)

«Kimsesiz bir kimse yok herkesin var kimsesi
Kimsesiz kaldım medet ey kimsesizler kimsesi»

Fatih Sultan Mehmed
Bağdatlı Rûhî

«Künc-i mihnetde rakîbâ beni tenhâ sanma
Kâr ger sende yatursa elemi bende yatur.»


Bağdatlı Rûhî
Bâkî

«Cihânın nimetinden kendi âb u dânemiz yeğdir.
Elin kaşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir.»


Bâkî
«Geh-i vuslâtta âşık, geh mehcûr.
Bu dünyâdır geh-i mâtem, geh-i sûr.»


Bâkî
«Hurşîd'e baksa gözleri halkın dola gelir.
Zîrâ gelince hatıra, ol Mehlîkâ gelir.»


Bâkî
Esrâr Dede

«Sanman ki sef'âdan semâh-ı râh ederim.
Döner döner bakarım, kûy-i yâre âh ederim.»


Esrâr Dede
Fuzûlî

«Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su»

Fuzûlî
«Arızın yadıyla nem-nak olsa müjganım nola
Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hare su»

Fuzûlî
«Âşiyân-ı murg-ı dil zülf-i perîşânındadır
Kande olsam ey perî gönlüm senin yanındadır»

Fuzûlî
«Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır»

Fuzûlî
«Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık istidâdı var.
Aşık-ı sadık benem, mecnunun ancak adı var.»


Fuzûlî
«Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şemi yanmaz mı?»

Fuzûlî
«Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen sen isen neyim men-i zâr»

Fuzûlî
«Ger derse Fuzûlî ki “güzellerde vefâ var”
Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır»

Fuzûlî
«Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı»

Fuzûlî
«İlm kesbiyle pâye-i rifat, arzû-yı muhâl imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde; ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak.»

Fuzûlî
«Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı»

Fuzûlî
«Karbân-ı râh-ı tecrîdiz hatır havfın çekib
Gâh Mecnûn, gâh ben devr ile nevbet ederiz.»


Fuzûlî
«Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge,
Ne açar kimse kapım, bâd-ı sab'âdan gayrı.»


Fuzûlî
«Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir.
Ben kimim, sâkî olan kimdir, mey-i sahbâ nedir.»


Fuzûlî
«Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su»

Fuzûlî
«Suya versün bağbân gülzârı zahmet çekmesün;
Bir gül açılmaz yüzün tek verse min gülzâre su.»


Fuzûlî
«Ya rab bana cism-u can gerekmez,
Cânân yok ise cihan gerekmez»

Fuzûlî
«Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl aşina beni.
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüda beni.»


Fuzûlî
Hayâlî

«Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gittik
Gönül derler ser-i kûyunda bir divânemiz kaldı»


Hayâlî
«Cihân-ârâ cihân içredür ârâyı bilmezler
O mâhiler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler»


Hayâlî
Kadı Burhâneddîn

«Dilberün işi itâb u nâz olur.
Çeşmi câdû gamzesi gammâz olur.
Ey gönül sabr it tahammül kıl ana,
Yâre irişmek işi az az olur.»

Kadı Burhâneddîn
Lâ-Edrî

«Hâlimi arz etmeye yâri tenhâ bulamam.
Yâri tenhâ bulsam, kendimi aslâ bulamam.»

Lâ-Edrî
Kanûnî Sultan Süleyman (Muhibbi)

«Aşk mıdır ki bivefa güller elinden geceler
İnletip bülbülleri ta subh-u güya eyleyen»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Aşk mıdır ki bir keman ebru nigarın yâdına
Ok gibi kaddimi büküp benim de ya eyleyen…»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Aşk mıdır ki boynuma takıp belâ zincirini
Gezdirip mecnun gibi alemde rüsva eyleyen...»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Aşk mıdır ki bu Muhibbî sinesine dağ vurup
Ahir anın gözleri yaşını derya eyleyen...»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Aşk mıdır ki cân-ı dil mülkünü yağma eyleyen
Aşk mıdır sînem içinde gelip de ca eyleyen»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Aşk mıdır ki fenni derdi okutup aşıklara
Fasl-ı babı sinemin levhinde inşa eyleyen»

Kanûnî Sultan Süleyman
«Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi»

Kanûnî Sultan Süleyman
Nâbî

«Çok da mağrûr olma kim mey-hâne-i ikbâlde,
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.»

Nâbî
«Hikmet, taleb-i malda Kârûn gibi şimdi;
Hahişger-i lokmada lokmân unutulmuş.»


Nâbî
Nâhîfî

«Ben ki her cemiyetin nâlânıyam
Hemdem-i hoş hâl ü bed-hâlânıyam»

Nâhîfî
«Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım»

Nâhîfî
«Her kişi zu'munca bana yâr olur
Sohbetimden tâlib-i esrar olur»

Nâhîfî
Nâilî

«Dil verdiğimiz yâre nigâh-i gazabından
Tasrîhe mecâl olmadı îmâ ile geçtik»

Nâilî
«Eczâmızı hep rîk-i beyâbân-i gam itsek
Cânâne giden nâme-i hicrâna dökülsek»


Nâilî
«Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin,
Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi?»


Nâilî
Necâtî

«Ey Necati, yürü sabreyle elinden ne gelir
Hublar, cevr-u cefayı kime öğretmediler»

Necâtî
«Gül-şen-i vasfında her beyti Necati çakerin
Benzer ol mevzun nihale kim ucunda gül var»

Necâtî
Nedîm

«Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır.
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır.»


Nedîm
«Buy-ı gül taktir olmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş huy birisi dest-mal olmuş sana»

Nedîm
«Döğülmeğe söğülmeğe koğulmağa billâh
Hep kâilim ammâ ki efendim senin olsam»

Nedîm
«Hac yollarında meş'ale-i kârbân gibi
Erbâb-ı ışk içinde nümâyânsın ey gönül»

Nedîm
«Haddeden geçmiş nezaket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı âl olmuş sana»

Nedîm
«Kal'a-yı maarîf satılık suklarında
Bazâr-ı hüner, mâ'deni ilm ü ulemâdır.»


Nedîm
«Niçin sık sık bakarsın böyle mir'at-ı mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir»

Nedîm
«Sînede bir lahza ârâm eyle gel cânım gibi
Geçme ey rûh-i revân ömr-i şitâbânım gibi»


Nedîm
«Şöyle gird olmuş Frengistan birikmiş bir yere
Sonra gelmiş kûşe-i ebrûda hâl olmuş sana»

Nedîm
«Tahammül mülkünü yıkdın Hülâgu Hân mısın kâfir
Aman dünyayı yakdın âteş-i Sûzân mısın kâfir»

Nedîm
Nef'î

«Aşıka ta'n olmaz mübteladur n'eylesün!
Ademe mihr ü muhabbet bir beladur n'eylesün!»


Nef'î
«Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ itsem n'ola
Nice demlerdür esir-i iştiyâkıdur gönül»

Nef'î
«Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben
Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben»


Nefî
«Ehl-i dîldir diyemem sînesi sâf olmayana;
Ehl-i dîl, birbirini bilmemek insâf değil.»


Nef'î
«Tût-i mûcize-i gûyem, ne desem laf değil.
Çerh ile sçyleşemem, ayinesi sâf değil.»

Nef'î
Neşâtî

«Gitdün ammâ kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile»

Neşâtî
Nev'î

«Bağleten olmuş iken tût-i gurâba hem nişn,
Yine şekvâ-yı gûrâb eder, garâbet bundadır.»


Nev'î
Râgıb Paşa

«Hârâbât ehlini hor görme zâhid
Hazineye mâlik ne viraneler var»

Râgıb Paşa
Râsih

«Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne»


Râsih
«Yârdan mechûr iken, düştük diyâr-ı gurbete,
Dehr, gösterdi bize hicrân hicrân üstüne.
Hem mey içmez, hem de güzel sevmez demişler hakkımda,
Eylemişler Râsîh'e bühtân bühtân üstüne.»


Râsîh
Sâbit

«Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir;
Müptela-yı gâma sor kim geceler kaç vakit!»


Sâbit
Süleyman Çelebi

«Allah adın zikr idelüm evvela
Vâcib oldur cümle işte her kula»

Süleyman Çelebi
Şeyh Gâlîb

«Aşk bir şem-i ilahidir benim pervanesi
Şevk bir zincirdir gönlün anın divanesi»

Şeyh Gâlîb
«Gül âteş gülbün âteş Gülşen âteş cûyban âteş
Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr ateş»

Şeyh Gâlîb
«Nesîm âteş çıkardı gonce-i bağ-ı ümidimden;
Bırakdı gülşen-i âmâline berk-i bahâr âteş.»


Şeyh Gâlîb
«Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenâre düşdü.
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düşdü.»


Şeyh Gâlîb
Şeyhî

«Câm-ı cihân-nûmân yüzün pâk tut müdâm
Âlemde nîk ü bed ferah u gam gelir gider»

Şeyhî
ŞeyhülislamYahyâ

«Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mi yok
Mest yok meclisde bilmem mey mi yok sâgâr mı yok»

ŞeyhülislamYahyâ
«Cihânda âşık-i mehcûr sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur»


ŞeyhülislamYahyâ
«Ders-i aşkın müşkilin Yahyâ nice halleylesin
Söyleyenler kendini bilmez bilenler söylemez»


ŞeyhülislamYahyâ
«Dikdiler her yâre kim sinemde açdı hançerüň
Seyrine gel bağ-ı mihnetde açılmış güllerüň»

ŞeyhülislamYahyâ
«Gonce-i dil açılub hatır niçün şad olmaya
Bağda güller mi yok gülşende bülbüller mi yok»

ŞeyhülislamYahyâ
«Görmezüz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye
Söyledir mi yok cihânda söyler mi yok»

ŞeyhülislamYahyâ
«İrdi bahâr sen dahı şâd olmadın gönül
Güllerle lâlelerle küşâd olmadın gönül»

ŞeyhülislamYahyâ
«Ne tende cân ile sensüz ümîd-i sıhhat olur
Ne cân bedende gam-ı firkâtünle râhat olur»

ŞeyhülislamYahyâ
«Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler
Uslanmadı gitdi gör o divâne disünler»

ŞeyhülislamYahyâ
Tâcî Bey

«Göz yaşlı gönül zülf-i perîşânlar içinde
Kaldım karanu gecede bârânlar içinde»


Tâcî Bey
Yavuz Sultan Selim (Selîmî)

«Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek»

Yavuz Sultan Selim

«Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-i firâkız
Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden»


Selîmî
Zâtî

«Ayıttı ol peri, birgün düşüne girüren bir şeb,
Sevincimden nice yıllar geçipdir görmedim uyku.»


Zâtî
Ziyâ Paşa

«Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi
Âdem âdem olmayınca âdem netsin âdemi»

Ziyâ Paşa