11 Kasım 2012 Pazar

sözcükler konuşuyor

Sığmam dedi Hak arz u semâya
Kenzen bilindi dîl mâdeninden
Erzurumlu İbrahim Hakkı
İnsan, Arapça “ins” -Beşer, insan topluluğu- kelimesinden türetilmiştir; fakat daha ziyade insan türünü ifade etmektedir. Kelimenin aslının “unutmak” anlamındaki -İnsanın ahdini unutması sebebiyledir.- “nesy”den “insiyan” olduğu da ileri sürülmüştür. Türkçede “alışmak ve uyum sağlamak” anlamındaki “ünsiyet”in “üns” masdarıyla da irtibatlandırılmıştır. Kuran’da insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili ayetler onun yaratılışı mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. İnsan türünün ilk örneği olarak kabul edilen Hz. Adem’le ilgili olarak zikredilen ayetlere göre Allah onu “iki eliyle” yaratmış, yani ilk insan özel bir yaratılışla varlık alanına çıkmıştır. Bu varlık alanına “ins”ten farklı olarak akıl nimetini alarak, kendisine isimler öğretilerek çıkmıştır.
Allahü Teala aklı yarattığı zaman ona, “Gel!” demiş, o da gelmiştir. Sonra “Geri dön!” demiş, o da geri dönmüştür. Bunun üzerine Allah: “Ben kendime senden daha sevgili olan bir şey yaratmadım. Seni nezdimde mahlukatın en sevgilisi olan insana bindireceğim (Kütüb-i Sitte, 1659) buyurmuştur. Böyle başlıyor Hadis-i Kudsi’ye göre insanlığın hikayesi. Kuran-ı Azimüşşan, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emaneti) insan üstlendi.” (Ahzab, 72) buyuruyor. Akıl ve irade emanetini yüklendiği için -zira insan haksızlığa ve akılsızlığa meyyal olduğu için yüklenmiştir Kuran’a göre- değerlidir insan, bu yükün altında kendine yüklenen sorumlulukları hakkıyla yerine getirebildiği sürece. Bundan dolayı yüce Allah: “Yeryüzüm ve göklerim beni içine almaktan aciz kaldı; lakin beni yumuşak huylu, mütevazi mümin bir kulumun kalbi içine aldı, kuşattı.” (Taberani, Ahmet b. Hanbel) buyuruyor. İbrahim Hakkı Hazretlerine göre Hak Teala, kendi nurundan hoş ve büyük bir cevher var edip ondan kainatın tümünü derece derece ortaya çıkarmıştır. Bu ilk cevher nur-ı Muhammedi’dir. Bütün ruhların ve cisimlerin kaynağı bu cevherdir. Çünkü Hak Teala o cevhere öyle bir nazar etmiştir ki o anda cevher utancından su gibi eriyip akmış ve halis özü üstüne çıkmıştır. O, bu özden ilk olarak küllî nefsi yaratmıştır.
Şeyh Galib’in,
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen
beytinde geçen “öz” bu bilgiye telmihtir. (Kendine hoşça ve dikkatlice bak, sen alemin özüsün, sen kainatın gözbebeği olan insansın.) Kainatı da insan gibi aklı ve nefsi olan büyük bir organizma olarak düşünmüştür İslam alimleri. Bu büyük organik sisteme âlem-i kübra, insana ise âlem-i sugra demişlerdir. Nasıl ki insanın gözbebeği insan için büyük ve değerli bir emanettir, insan da kainatta o derece değerlidir. Bunun için Şeyh Galib “Hoşça bak zatına!” der. Sen ki kainatın yaratılış sebebi ve özüsün. Her şey sen var olduğun için var. Bu üstünlüğün farkında ol. Yaptığın işleri bunu düşünerek ve farkında olarak yap.
Hatırlamak için dünyada olan insan, anlamı unutmak da olan bir sıfatla isimlenmiş ve ondan ilk önce hatırlaması istenmiştir. Ve insanlığını hatırladığında akıl ve iradeyle gelen sorumluluk bilinci kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Şeyh Galib’in meşhur Terci-i bendini anlatmaya çalışacaktık bu sayıda. Hem bu şiirin uzun olması hem de çağrıştırdığı konular itibariyle geniş olmasından dolayı bir kısmını okumayı uygun gördük. Şiir yukarıda zikredilen beyitle başlamıyor; ama insan olmanın öncelikle hatırlatılması gerektiğini düşünerek bu beyiti öne aldık, tekrar başa dönersek…
Ey dil, ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virâne isen de genc-i mutalsamsın sen
(Ey gönül, ey gönül, niye bu kadar gamlısın. Gerçi harap olmuşsan da tılsımlı bir hazinesin sen.)
Şairin, “Harabat ehline hor bakma zakir / Defineye malik viraneler var.” beytinin bir başka ifadesidir bu: Gönül için şairin “virane” kelimesini kullanması, aşkın orayı istila ederek harabe haline getirmesine işarettir. Gönül hem haraptır hem de tılsımlı bir hazinedir şaire göre. Defineyi gönlünde taşıyan viraneler olduğu için yolcu, gönlüne hoşça bakacaktır ve aşkından viraneye dönen gönlünden dolayı -o hazineye malik olduğu için- gamlı ve kederli olmayacaktır.
Secde fermâ-yı melek, zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil, cümleden akvemsin sen
(Meleklerin secde etmesi istenilen yüce bir kimsesin. Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan üstün ve olgunsun.)
Yukarıda da değindiğimiz gibi insan -insan-ı kâmil- kainatın yaratılış sebebidir. Yüce Allah insanı yaratıp ona ruhundan üflemiştir. Sonra bütün meleklere ona secde etmesini emretmiştir. (Bakara 34) İbrahim Hakkı Hazretleri’nin: “Dil beyt-i Huda’dır, ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyler ol Sultan gecelerde.” beytinde söylediği gibi insanın gönlü Kabe gibi beytullahtır, onun evidir. İnsan Kabe’de olsa bile bu ölçüyü kendi kalp Kabe’sinde duyduğu kadarıyla idrak edecektir. Kalp de Kabe de Allah’a kulluk için bir ibadetgah olarak yaratılmıştır. İnsan yakînî inancı doğrultusunda muhabbet ve marifetle donanarak kendi gönül kabesinde kendini bulduğunda bunu idrak edebilir. Bu yönüyle de Beyt-i Huda olan; dağların, yerlerin ve göklerin alamadığını alan müminin gönlü, beytullah olan Kabe’den üstün olmuş olur.
Merteben ayn-i müsemmâdır esmâ sanma
Merciin Hâlık-ı eşyâdadır eşyâ sanma
(Merteben isimlerin sahibindedir, isimlerden sanma. Döneceğin yer eşyanın yaratıcısındadır, eşya sanma.)
Allah’ın yalnız zatına has olan zâtî sıfatları, bir de subûtî sıfatları vardır. Bu sıfatların “küll”ü Allah’a aittir. İnsanda da cüz’î olarak mevcuttur bu sıfatlar. Yüce Allah “Basîr”dir, her şeyi bütün ayrıntılarıyla görür. İnsan ise yalnızca onun müsaade ettiği ölçüde görebilir. Allah’a ait olan bu sıfatları cüz’î de olsa taşımasından dolayı ve ayrıca ismi çok anan zâkirin o ismin hassalarının insanda tecellî edeceği inancıyla şair insanın mertebesinin o isimlerde değil, isimlerin yaratıcısında olduğunu ifade etmektedir. İnsan Allah’a aittir ve O’na dönecektir (Bakara 156). Dönülüp gelinecek olan yer olan “mercî” kelimesi burada özellikle kullanılmıştır. İnsan ne yaparsa yapsın, nereye, hangi yola giderse gitsin, öldüğünde yalnız O’na dönmüş olacaktır. Sanıldığı gibi toprak olup eşyaya karışmayacaktır.
Arz-i acz etmeyesin yâreden ol yâre sakın
Bulduğun gevher-i âlîleri bîçâre sakın
(Yaralarından dolayı sevgiliye sakın aczini arz etme. Ey bîçâre, elde ettiğin kıymetli mücevherleri iyi koru.)
Tasavvuf, incitmemek ve incinmemektir der büyükler. Şakik-i Belhî sabır ve şükür hakkında mürîdân ne düşünür diye İbrahim Edhem’e sormuş. İbrahim Edhem de, “Yaratan verince şükrederler, vermeyince sabrederler.” der. Şakik-i Belhî, “Onu Belh’in kelpleri de yapıyor.” buyurur. İbrahim Edhem, “Peki ya siz ne yaparsınız?. Şakîk-i Belhî, “Biz bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz.” der. İnsana sevgiliden gelen eza ve cefa birer cevher-i âlîdir. Eza ve cefadan şikayet etmeyip onun yolundan dönmeyen insan için Allah’ın mükafatı -Rıza-yı Bârî” her şeyin üstündedir.
Sendedir mahzen-i esrâr-ı muhabbet sende
Sendedir ma’den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Marifet sende hüner sende hakîkat sende
(Aşkın sırlarının hazinesi sendedir. Fütüvvet nurlarının kaynağı sendedir ve sende daha saklı birçok hal vardır. Marifet, hüner, hakikat; hepsi sendedir.) Aşkın sırları değerli bir mücevher gibi düşünüldüğü için hazinelerin saklandığı yer manasına gelen mahzen kelimesi kullanılmıştır burada. Başkalarını kendinden üstün görme özelliğiyle bilinen fütüvvet de şaire göre nurların kaynağıdır. Kul Allah’a yakîn olabilmek için birtakım mertebeler aşar. Marifet de onlardan biridir. Önce onun sıfat ve isimlerini tanır. Çile ile nefsini arındırır ve kendi içine yönelir. Kendini buldukça Allah da ona kendini tanıtmaya başlar. Marifet de kula Allah tarafından kendisi hakkında verilen bilgidir. “Şeriat, tarikat yoldur varana / Hakikat marifet andan içeru” buyurduğu gibi Yunus’un, birbiri ardına Hakk’a yakîn olabilmek için sıralanan yollardır. Sufi de şaire göre bu yolun yolcusu olmak istidadını taşımaktadır.
Saf kıl âyîneni kâbil-i aks-i süver et
Hele bir cem-i havâs eyle de Galib nazar et
(Ey Galib, aynanı temizleyerek suretleri gösterebilir hale getir. Hele bir hislerini topla da bir bak…)
Sufiler için Hak’tan gayrı her şey “siva”dır ve onun kalpten çıkarılması gerekir. Yani kalpte o kalbin sahibinden başkasının olmaması gerekir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hak / Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan. Ağyar ve sivâ perdelerinin kaldırılabilmesi için âyîne olan kalbin zikirle sürekli ovulması gerekir. Sürekli parlak olacak ki kalbin sahibi oraya aksetsin. İşte o zaman dağların, göklerin ve yerin alamadığını alan müminin kalbi ortaya çıkmış olacaktır.
Hakk’ı aksettiren âyînelerimizi pak tutmamız dileğiyle efendim…
Hoşça bakın zatınıza…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder